Merhaba sevgili mektup arkadaşım,
Sana birkaç ay boyunca yazdığım bu mektubu, temmuzun ilk günlerinde nihayet gönderiyorum. Umarım çok iyisindir ve mektubumu keyifle okursun.
19 Nisan 2025
Çalışma masamın üzerinde kartpostallar, bir gün mutlaka kullanırım diye küçük çekmecelere sıkıştırdığım ıvır zıvır. Masam o kadar dolu ki bana yer yok, ben de Efe’ninkine geçtim, onunkinin de benimkinden pek farkı yok ama olsun.
Yer değişikliği iyidir, değil mi? Sadece bir masadan diğerine değil de, doğduğum büyüdüğüm şehri değiştireceğim bir dönemin arifesinde, sana bu odadan şimdilik son mektubumu yazıyorum.



Arşivcilik dönemim. Son sabah sayfaları defterimin kapağına “archive is the memory” yazıyor ve kişisel tarihim için önemli bir proje başlatıyorum. Neyim var neyim yoksa tek bir defterde toplamaya karar veriyorum eskiden yaptığım gibi. Hem dijital notlarımın, hem de yıllar yılı defterlerimde topladığım, oraya buraya yazdığım - ve benim için hala etkileyici olan - şeylerin tek bir yerde olması fikri hoşuma gidiyor.
Bu kutsal defteri günlerce arıyorum ve en sonunda kendime, üzerinde hem güneş hem de kökler görebildiğim kıpkırmızı bir prev defteri seçiyorum.
Kolayca dağılabilen biriyim, bazen öyle bir dağılırım ki bir noktada durup büyük bir temizliğe girişmeden hayatıma devam edemem. Nihayet, zihnimin dayanılmaz bir seviyeye ulaşan dağınıklığını da fark ediyorum. Şarkı fikirlerimin, şiirlerimin, kitap ve film önerilerinin, sokakta rastladığım duvar yazılarının, diyalogların, bilinç akışıma kapılıp öylece yazdıklarımın… hepsinin bir araya toplanıp zihnimin odasında oturduğunu hayal ettim bir gün. Ancak görselleştirince bunca şeyin zihnimde yarattığı karmaşayı idrak edebildim ve arşivcilik dönemimi başlattım (bu sayede üçüncü albüm çalışmalarımı da).
Ayrıca bu sene kendime şahane bir hediye verdim ve Brian Eno’nun songwriting atölyesine katıldım. Brian Eno’nun dört dersinde de en çok bahsettiği şey arşivciliğin önemiydi. Tam da biriktirdiklerimi ve koca bir hayatı kırmızı bir deftere sığdırmaya çalıştığım günlere denk gelmesi, ne diyebilirim ki, eşzamanlılık! Doğru yoldayım.
Arşiv günlerimde raflardan ve kutulardan eski defterler düşüyor bir bir. Sarı bir defter buluyorum rafta mesela bugün, açıyorum. Garip bir defter, sayfaları sararmış. Nereden aldığımı anımsıyorum. Üzerinde “Güzel İşler Yapmak” lazım yazıyor. Bu defterin dediğine göre 19 Nisan 2014’te İstanbul Film Festivali’nde 20000 Days on Earth’ü izlemişim ve günlerimi saymaya kesin olarak başlamışım. Bilgisayar ekranında 19 Nisan’ı görünce, yani 11 sene sonra bugün, 12332. günden sana selam etmem gerekiyordu sevgili mektup arkadaşım. Sarı defterdeki bu rastlantıyı kaçıramazdım. Sen nerelerdesin? Hadi anlat bana, mektuplarını özlüyorum.
Bu mektubun playlistini aylardır yapıyorum sana. Biliyor musun, tüm playlistlerimi sana yapıyorum artık.
Şimdi playlisti açtım.
Direniş günlerimiz, birinci ayımız. Her şey darmaduman, karmakarışık.
Bugünleri nasıl hatırlayacağım? Kırmızı defterime neyim var neyim yok döktüğüm bir dönem. Geçmişle şimdinin birbirine girdiği, zaman kavramı üzerine düşünüp durduğum.
5 Haziran
Bu mektuba devam etmeye karar verdim. En baştan başlamayayım, şöyle birkaç gün olsun, ne var ki? Bir bahar bilançosu gibi de düşünebiliriz bu mektubu, yepyeni bir şehirde yeni bir hayat kurmaya çalışan bir kadının güncesi olarak da. Bakalım parmaklarım beni nerelere götürecek.
Bak sana nereden yazıyorum bu defa: Berlin! Çapraz apartmanın çatısında kocaman MESS yazıyor, her gördüğümde aklımdan bir sürü şarkı geçiyor, this mess we’re in, a mess like this, messy… İnanılmaz güzel bir semtin, en messy apartmanında geçici bir evdeyiz. Bu eski evi kısa bir IKEA ziyaretiyle, birkaç küçük eşyayla ev haline getirdik. Senin için bir yeri “ev” kılan şeyler neler? Benim için belli ki güzel birkaç aydınlatma, mumlar, kitaplarım, defterlerim ve enstrümanlarım. Berlin Simgesi bolca flanözlük ediyor. Artık yılın en az yarısını geçirmeyi planladığı bir şehirle tanışmanın en güzel yolu bu. Sokaklarda aylak aylak dolaşmak, yeni yerler keşfetmek. Bir kafeye oturup caddeden geçen insanları öylece izlemek.
Bugün evden bir türlü çalışamayınca Berlin Devlet Kütüphanesi’ne gitmeye karar veriyorum. Bu kütüpheyi, bir süre önce aldığım ama bir Berlin hikayesi olduğu için buraya geldiğimiz günlere sakladığım Dip Akıntıları “Undercurrents” isimli kitapta görüyorum. Yazar Kirsty Bell evde çalışamadığı günlerde bu çok sevdiği kütüphaneye geldiğini söylüyor. O sırada evde çalışamayıp koltukta kitap okurken bu satırlara rastlayınca ertesi gün yolumu hemen kütüphaneye düşürerek kayıt oluyorum. Kendime yeni rutinler yaratmaya çalışıyorum.
“İnsan, hayatında yeni bir bölüme geçtiğini çoğu zaman bilemiyor.” yazmıştım geçen ay paylaştığım bir post’ta. “Bazı bölümler fark etmeden geçip gidiyor - onu yazan sen olsan da, evet böyle oluyor - bazılarının da ancak geçmişe dönüp bakınca adını koyabiliyorsun. Yeni bölümü daha başlamadan hissettiren kaç an oluyordur ki hayatta?”
Sana yazmayalı neler neler oldu. Direnişimizin üzerinden 3 koca ay geçti. Kapkaranlık günler. Yıllardır yapabildiğimiz tek şeyin “beklemek” olduğu bir coğrafya. Kendi gücümüzü unuttuğumuz, devam edebilmek için unutmak zorunda olduğumuz. Bitmek bilmeyen haksızlık hissi ve öfke. Her şeyin bolca anlamsızlaştığı ve sürekli kendimizi toparlamaya çalıştığımız yıllar. Bunun yanında bir şeylerin değişebilme ihtimali, yeni olasılıkların heyecanı. Gücümüzü ve birlikteliğimizi hatırlayabildiğimiz küçük büyülü anlar.
Sevgili mektup arkadaşım, evet, Mektup #21’de sana bazı haberler vermek ve neler olup bittiğini yazmak istedim. İstanbul ve Berlin arasında keyifle mekik dokuduğumuz bir düzen hayaliyle, yarı zamanlı olarak Berlin’e taşındık. Mektubun bu kısmını her sabah severek geldiğim bir kafede yazmaya devam ediyorum. Sarışın ve bronz bir kadın bez çantasının arkasına bir çiçek koymuş, bembeyaz bir gül sırtının tam ortasına yerleşmiş. Bu saatlerde herkes laptopuyla çalışıyor burada. Kendime çalışmak için odaklanabildiğim başka bir alan bulabildiğime seviniyorum.
Ömrünün tamamını İstanbul’da geçirmiş bir İstanbul aşığı olarak bu uzunca süredir planladığımız taşınmayı ancak gerçekleştikten sonra anlayabiliyorum. Neredeyse iki yıl önce ilk adımı attık ve vize işlemleri dolayısıyla onca aylık bekleyişin ardından, işte geldik buradayız.
Bana yıllar içerisinde bir sürü mektup arkadaşım yazdı. Yeni Bir Hayat’ın evlerini, şehirlerini, bazen de ülkelerini değiştirirlerken onlara eşlik ettiğini söylüyorlardı. Daha gencecikken, çok büyük adımlar atan o mektup arkadaşlarımı düşündüm buraya gelirken. Bense bunu koca bir kadınken yapıyorum. Koca bir kadın, ve ben? Kendimi asla öyle hissetmesem de, gerçek bu. Bu işe bu yaşlarda girişmek birçokları için dehşet verici bir şey. “Düzen bozmak.” Bense hiç böyle hissetmiyorum. Bir an bile. Düzen kurduğumu hissettirecek kadar bir güven duygusu vermedi bana bundan önceki yaşamım herhalde. Bu da her zaman kötü bir şey olmak zorunda değilmiş.
15 Haziran
İstanbul yazlarını düşünüyorum burada sık sık, belki de yaz geldiği ve kitap okuma hızım epey arttığı için. Muhteşem ıhlamur kokusundan olmalı bir de, her sokakta derin derin çektiğim içime. İstanbul’da yalnız başıma geçen, sadece kitap okuyup MTV, Dream TV izlediğim ergenlik günlerim aklıma geliyor. Annem babam çalışıyor, kardeşim küçük. Yalnız geçen o upuzun günlerde keşif dolu, beni ben yapan bir sürü eserle karşılaşmalarım. Kesif bir boşluk hali, okulun açılmasını beklediğin, hayatın neredeyse durduğunu hissettiğin o günler. Zamanın ne denli yavaş aktığını hatırlıyorum. İnsan 80 yaşlarına geldiğinde mevsimler günler kadar hızlı geçermiş.
Çocukken deneyimlediğimiz şeylerin çoğu ilk kez yaşanıyor. Beynimiz bu sayıca çok taze deneyimleri işlerken zamanın dolu dolu ve yavaş geçtiğini hissettiriyor. Bir de tabii o zamana dek yaşadığın, diyelim 6 sene :) var ve 7. yaşın o zamana kadarkilerin 6’da 1’i kadar; 30 yaşına geldiğinde ise bir sonraki yaş 30’da 1’i kadar olacak. Yani muhtemelen aşırı yanlış ve dümdüz bir hesapla 31. yaşın, 7. yaşının beş katı hızlı hissettirecek.
Buraya geldiğimiz ilk ay zaman geçmek bilmiyordu sanki. Bunda erkenden uyanmamızın da payı var elbet - çok garip bir şey başıma geldi ve sabah insanına dönüştüm, neyse bu başka bir mektubun konusu- ama büyük oranda deneyimlerin çeşitliliği, tazeliği ve sayısıyla ilgili. Zaman hızlıca geçip giden, kolayca harcadığım bir şey olmaktan çıktı. Geçenlerde bir arkadaşımızla karşılaştık ve yeni bir şehre taşınınca ömrünün uzadığını hissettiğini söyledi. Her gün onca yeni şey görüp öğrenmenin beyni çok yoğun çalıştırdığı, yepyeni sinapsler oluşturduğu şüphesiz.
Tam da bu konular üzerine düşündüğüm vakitler bir yazıyla karşılaşıyorum: “Zaman hızlanmadı, biz sadece onu eskisi gibi deneyimlemeyi bıraktık.” diyordu. Yukarıda bahsettiğim fenomene de “The Proportional Theory of Time Perception“ yani Zaman Algısının Oransal Teorisi deniyormuş.
Bu güzel yaz günlerinin daha önce hiç yapmadığın şeyleri yapmana, şehrin güzel sokaklarında, mekanlarda ve tabii sahillerde sevdiklerinle bolca kavuşmalara vesile olmasını diliyorum.







En son ne zaman uğur böcekleriyle karşılaştığımı hatırlayamıyorum (çocukken?) ama Berlin’e baharda gelmenin etkisi olacak, sürekli uğur böcekleri konuyor üzerime. Beraber sokaklarda yürüyoruz, tramvaya biniyoruz, şehri keşfediyoruz. Bu aralar şansa çokça ihtiyacım olduğunu hissetmiş olmalılar.
Bu mektubu yazarken de bir uğur böceği konuyor elime, sana selam söylüyor.
25 Haziran
Nereye gidersen git kendini de oraya taşıdığını, değişim için öyle pek de umutlanmamanı söylerler. Ben buna pek de katılmıyorum. Hayatımın bu anlamda en büyük değişimini ancak şimdi gerçekleştirdiğim için ahkam da kesemem tabii. Yaşadığı yer, insanın hayata bakışını bu kadar değiştiriyorken karakterini nasıl değiştirmesin ki? Belki mucizevi bir şekilde bambaşka biri olmuyorsun ama başka biri oluyorsun, orası kesin. Şimdi Berlin Simgesi’yim de. Ne yapacağımla ilgili kafam karışık, pek çoğumuz gibi. Sabahlarım bazen bu çok sevdiğim geçici evin gereksiz büyük koltuğunda, bazen de kendimi rahat hissettiğim bir kafede yazarak başlıyor. Kalıcı bir ev arıyoruz, belgeler topluyoruz, üçüncü albümümü düşünüyorum, ilham topluyorum, işler bakıyorum ve tüm bunlar olurken panik olmamaya çalışıyorum. Kendimi akışa bırakıyorum. Uzun zamandır hayata güvenmediğimi fark ediyorum. Ve hayata güvenmek bambaşka birine dönüştürür insanı. Burada olmak bunu değiştirdi. Sanırım sağda solda hep yepyeni hayatlar kurarak yeniden başlayan insanları, küçücük çocukları görmenin de etkisi var. İstanbul beni sarıp sarmalar ve güvende tutarken, burası sırtımı sıvazlayıp ilerlemem için beni tatlı tatlı itekliyor sanki.
Artık yeni bir oyuncağım var! Uzun yıllardır istediğim, retro bir Omnichord aldı Efe bana, onunla keşiflere çıkıyorum. Saatlerce sevdiğim şarkıları çalıyor ve kendi şarkılarımı ona uyarlamaya çalışıyorum. Bir süredir gitardan uzaklaşmıştım. Yeni bir enstrüman yeni bir ifade biçimi, yeni şarkılar demek benim için , heyecanlıyım!
30 Haziran
Ihlamur ağaçları haziran ve temmuzda çiçek açar. Artık yaz gelmiştir. Bazı yaz gecelerinde Beşiktaş’taki çalışma odamızda öylece otururken bir anda ıhlamur kokusu dolardı içeri. Doya doya içime çekerdim ve bu yoğun kokunun nereden geldiğini hiç anlayamazdım, etrafımızda ağaç yoktu ki. Ihlamur Kasrı’ndan mı gelirdi? Binaların arasındaki çocuk parkından mı?
Ihlamur kokusu anneannemi hatırlatır bana. Telefonda sesimin biraz kötü geldiğini duyar, hasta olduğumu anlarsa ağlamaklı bir sesle hemen ıhlamur kaynatmamı söyler. Kendi kuruttuğu ıhlamurları bana bir kavanozla göndermiştir zaten, kış günleri için hazırlık çoktan yapılmıştır. Onu düşüne düşüne ıhlamur kaynatırım.
Berlin caddelerinde de her yer ıhlamur ağacı. Ihlamur aynı, koku aynı. Aynı anda hem anneannemin ve annemin yanında, hem de Beşiktaş’taki evimdeyim. Her yerdeyim. Hafızamın beni götürebildiği her yerde. Bir yoga dersinde şunu duyuyorum: “Bedenin evindir.”
Evim bedenim ve evimdeyim.
İki gün sonra İstanbul’a gidiyorum. Neredeyse Temmuz boyunca İstanbul’da olacağız. Bu süreçte bir de konserim olacak, öyle özlemiştim ki! Eğer seni de görebilirsem ne güzel olur mektup arkadaşım. Akustik konserimiz DasDas’ta, 11 Temmuz Cuma olacak. Umarım kavuşabiliriz!
3 Temmuz
Mektubumu, yazmaya başladığım yerde bitiriyorum. Beşiktaş’ta, çalışma masamdayım. Çember tamamlandı ve başladığım yere geldim. Kitaplarımı çok özlemişim, bunu tahmin ediyordum zaten.
Bir doz Tanpınar mektubu okudum, şu cümleyle karşılaştım:
“Bir insan kendisini ancak hayatının küçük meselelerinden sıyrıldığı, yahut da onları zihni bir şekle soktuğu zaman bulabilir. Talihimiz içimizde çok gizli bir yerdedir. Fakat ona erişebilmemiz için bir şeylerden kurtulmamız lazımdır. Bu bende çok geç oldu.”
Bu mektupla birlikte bundan böyle her ay K⋆E⋆Ş⋆İ⋆F⋆ listesi yapacağım.
Önümüzdeki hafta geçtiğimizin ayın keşiflerini paylaşacağım yeni bir mektup düşecek posta kutuna.
Nasılsın?
Hadi yaz bana. Seni çok özledim!
Simge
İflah olmaz bir İstanbul ve Berlin aşığı olarak mektubunuz çok iyi geldi bana. Umarım yeni şehir uğurlu gelir🤍
🤍