Merhaba sevgili mektup arkadaşım,
Sana mektubumu yazmaya başladığım bir ağustos gününde Instagram yasaklandı. Ben de mektubumu Tanpınar’ın şu sözüyle açmak istiyorum. “Türkiye, beni yedin.”
Baksana sana yazdığım son mektubun üzerinden ne çok vakit geçmiş. Saatleri Ayarlama Enstitüsü takvimimin sayfalarını koparmayı da ihmal etmişim. Neyse ki şimdi geldim buradayım. Ne de olsa her mevsimin bir sonu vardır.
Bu ara Tanpınar’ı bolca okuyor ve anıyor, daha fazla uzatmadan konuya dalıyorum.
Öğrenmek bazen sürprizi kaçırsa da, şarkı hikayeleri bir dinleyici olarak merakımı en çok uyandıran konulardandır. Şarkı yazarının ne anlattığından ya da şarkıların kime yazıldığından ziyade (ki bu kısmın da son derece heyecan verici olduğunu itiraf etmem gerekiyor) üretim süreçlerini, ilham noktalarını, nasıl bir ortamda yazıldığını, kayıt ve prodüksiyon süreçlerini dinlemeye bayılırım. Tam da bu konuları şahane konuklarla işleyen bir podcast serisi var hatta; Song Exploder. Belki dinlemek istersin. Bu podcast serisi pek çoğu tanıdık ve çoğunlukla alternatif müzisyeni konuk ediyor. Müzisyenlerden bir şarkılarını seçmelerini ve şarkıyı tüm ayrıntılarıyla anlatmaları isteniyor. Ne kadarını paylaşacakları elbette onlara kalmış, genel olarak çok ayrıntılı tasvirlerle şarkının tohumunun atıldığı andan ilk demosuna, demosundan prodüksiyonuna kadar hemen hemen tüm serüvenini dinlediğimizi söyleyebilirim. Bu mektupta şarkılarla -tabiri caizse- kafayı bozacak ve şarkı yazımının, yaratıcılığın kaynaklarının derinliklerine dalacağız. Bir şarkımın hikayesini paylaşacağım ve her zamanki gibi tecrübe ettiğim bazı büyüleyici karşılaşmaları seninle paylaşacağım.
Ama her şeyden önce sevgili mektup arkadaşım, yazması aylar süren bu mektubumun, Mektup #19’umuzun şahane bir playlisti var her zaman olduğu gibi. Hem de geçen bu ayları telafi etmek istercesine upuzun bir playlist hazırladım sana. Baharın ve sona ermiş yazın şarkıları. Şurada:
Bir şarkı ne zaman biter? Dedikleri gibi muhtemelen hiçbir zaman, sadece bir noktada onu bırakır ya da bırakmak zorunda kalırız. Aklıma Sanatçının Yolu’nda geçen bir söz geliyor, baktım Paul Gardner’ın sözüymüş: “Bir resim asla bitmez. Sadece ilginç yerlerde durur.”
Bazı şarkıların bittiğini hissedebiliyorum, nerede duracağımı kestirebiliyorum. Tamamlanmamış hissettirse de, eksik bir kelime peşinde günlerimi, bazen haftalarımı geçirsem de, nadiren de olsa durmayı bildiğim anlar oluyor ve şarkıyı gelebildiği noktada bırakıyorum. Bazen de yazım kısmı öyle sürüncemede ilerliyor ki, şarkı bir noktada “bırak artık peşimi” diyor ve şarkının istediğini vermek zorunda olan bir aktarıcı olarak el mahkum, onu gökyüzüne salıyorum.
Yeni Bir Hayat örneğin, bırakmak zorunda kaldığım bir şarkıydı, bana kalsa daha devam ederdim. Belki hala bitmemiş olurdu, belki telefonumdaki sesli notlarda yani bitmemiş şarkılar mezarlığında kalacaktı kim bilir. Bitmemiş şarkılar mezarlığı diyince müziklerini Efe’yle yapacağımız İsimsiz Eserler Mezarlığı filmine de selam göndermek istedim, sonraki mektuplarımda bu filmi bolca duyacaksın. İnanılmaz heyecanlıyım.
Ne diyordum, Yeni Bir Hayat’ın nakaratı bir anda gelivermişti. Zaten en güzeli de bu değil mi? Hep peşinde olduğumuz, sözün ve müziğin aynı anda iniverdiği ve bizim de onları çabucak yakalamayı becerdiğimiz o büyülü an. Yeni bir hayat bul şimdi bana, bir iki söz yeter kandırmaya. PJ Harvey dinlediğim günlerdi, nedense unutmuyorum. Bazı müzisyenlere dönem dönem takarım, PJ dönemiydi o dönem. Bu aralar yine albümlerinden çıkamıyorum, Londra’da izledikten sonra her gün aklıma düşüyor desem yalan olmaz. Bu da başka mektubun konusu olacak umarım, neyse. YBH için kaç verse denemem oldu anımsayamıyorum, sanırım çok olmadı da. Puzzle eksik parçalarıyla öylece durdu, aklımın en büyük odasında günler boyu bekledi. Neredeyse vazgeçecektim ondan.
O günlerde, yani 2015’te Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü okuyordum bir de. Bir gün, kitabın bölüm isimleri dikkatimi çekiverdi, ne kadar güzellerdi. O kadar güzellerdi ki bir kenara not etmek istedim. Hayatımı bölümlere ayırmak diye düşündüm, ben şimdi hangi bölümdeydim? Bu şarkıyı bitirmek uğruna kendimi çokça sıkıyor ve yoruyordum, halbuki Yeni Bir Hayat’ın bir kenarda sakince ilham toplamamı beklediği günlermiş. Bir gece yatmadan yine şarkı üzerine düşünürken - ki en sevdiğimdir aklımda bir şarkıyla uyumak ve onunla uyanmak - birden bölüm isimlerini mırıldanmaya ve en nihayetinde şarkının sözlerine saklamaya karar verdim. (Birinci Bölüm: Büyük Ümitler, İkinci Bölüm: Küçük Hakikatler). Günlerce belki aylarca yazamadığım verse, bu sözlerle hemen tamamlanmıştı. Hatta ilk albümümün ismini Büyük Ümitler koymak bile istedim bir ara, bak şimdi aklıma geldi. Sahi sonra neden vazgeçmiştim?
Buruk bir yanı var “ümit” kelimesinin. Neden böyle geliyor bilmiyorum. Sanırım ümidin ardından gelen, bolca duyduğumuz kelimeler, ümidin kırıldı kırılacak doğası yüzünden. Bol noktalı ümit kelimesi minik cam parçalarını, yağmur damlalarını ve hatta gözyaşlarını andırmıyor mu?
Kelimeyi TDK’da aratınca, “umut” yazıyor. Umut’la ümit aynı şey, yani. Peki gerçekten öyle mi? Umut kelimesi bulutlar arasından başını uzatıveren güneşin, araba farı gibi parlak, göz kamaştıran geleceğin hayalini kurduruyor bana. Ümit kelimesi için kelime grupları sekmesine bastığında şunlar çıkıyor: Ümit beslemek, ümit bağlamak, ümidi kırılmak, ümide düşmek, ümide kapılmak, ümit kesmek, ümidi boşa çıkarma, ümit vermek. Büyük ümitler hep kırılmaya mahkum mudur?
YBH’yi bitiremeyişimin bir anlamı olduğunu düşünürüm bazen. O arayışın bir türlü bitememesi gerekiyordu zaten. Hala bu kadar hissederek söylemem bir tesadüf olamaz.
Şarkıların hikayeleri serisine yaratıcılık üzerine konuşarak başlamak istedim. Çok uzun zamandır yaratıcılığın akıldışı, spiritüel tarafına büyük bir merakla eğiliyorum ve Yeni Bir Hayat’ın açtığı kapıdan yavaşça içeri giriyorum.


En sevdiğim -evet artık bundan eminim- şarkı yazarı ve müzisyen Adrianne Lenker bir röportajında, şarkılarının kişisel tecrübelerine mi yoksa hayal gücüne mi dayandığı sorulduğunda, autofiction alanında eserler verdiğini söylüyor. Türün bu şekilde isimlendirildiğine nedense ilk kez denk geldim ve ismi duyunca bazı şeyler daha da netleşti kafamda. Bu arada özkurgu olarak çeviriliyor, otokurgu bazen de. Özkurgu, hem “gerçek” kişisel hayatımızdan hem de hayal dünyamızdan beslenerek gerçekleştirdiğimiz üretimlerin türüne deniyor. Peki her üretim, bilinçli ya da bilinçsizce onu üretenin dünyasından bir şeyler taşımaz mı? Kendimizi eserlerimizden bağımsız kılmamız mümkün mü?
Şüphesiz, bir şarkının spesifik birine yazıldığını bilmek, bir filmi izlemeden “gerçek bir hikayeden uyarlanmıştır” yazısını görmek hepimizi heyecanlandırır. Tecrübe ettiğimiz şeyin salt kurgu olmadığını, gerçek birinin gerçekten de başından geçmiş hikayeler olduğunu bilmek hoşumuza gider. Peki bir şeyin ne kadar gerçek olduğuna nasıl karar veriyoruz? Ben konu üzerine düşündükçe çoğu kurgu eserin de otokurgu olduğu sonucuna ulaşıyorum sanırım ve sana cevaplardan çok sorular bıraktığımı fark ediyorum bu noktada. :)
Kendi şarkı yazma serüvenimi düşündüğümde gerçek bir tecrübeden yola çıkmak, keskin itiraflarda bulunmak, utanmak ve hatta havalı bulunmamak pahasına duygularımı en net şekilde kağıda dökmek bana hep daha yakın ve sahici gelmiştir. Kendini şarkısının içine en zarif şekilde saklayan ama duygularını saklamayan müzisyenlere hayranlık beslemişimdir. Saklanarak ama saklamadan üreten müzisyenler… Ben de bayadır bunun peşindeyim sanırım.
O gün Adrianne’i dinlerken, yaratıcılıkla ilgili söylediği sözleri ajandamın ilk sayfasına yazmıştım unutmamak için. Adrianne yaratıcılığın kaynağına ulaşmayı çok iyi bilen, bunun için büyülü yöntemleri olan biri. Bu mektubu yazarken karşıma çıkınca sana da iletmek istedim. Belki duymaya ihtiyacın vardır.
“Yaratmak aslında bir seçimdir. Sürekli akan bir enerji nehri var. Bu nehrin derinlerine dalmak ya da suyun akışını hissetmek, bunların hepsi seçimdir. Nehir her zaman orada, etrafımızdadır. Ben onunla bağlantıda olsam da olmasam da nehir kaybolmaz. O hiçbir zaman kaybolmaz. Ve eğer o akışta olamıyorsam bunun nedeni, dışarıdaki bir şey değil, kendi içimde olan bir şeydir.”
Yaratmanın bir seçim olduğu gerçeğini algıladığımdan beri yaratıcılığa bakışım çok değişti. Bu bir seçim evet, yaratıcılık herkesin erişiminde. Sadece bazı insanlar o nehrin varlığını her zaman hissedebiliyorken, bazı insanlar gerek içsel blokajlardan, gerekse korkularından dolayı sürekli arayıştalar. Belki zamanla aramaktan da vazgeçiyorlar, belki o nehrin farkında bile olmadan bir ömür geçiriyorlar. Yaratmak çoğu zaman korkularla savaşmayı gerektiriyor ve bu da büyük bir cesaret istiyor. İçine dalmadan, kendini tanıma niyetiyle yola çıkmadan, kendi dışındaki o nehre, kaynağa ulaşmak nasıl mümkün olabilir ki?
Nehri her unuttuğumda bana hatırlatacak bazı yöntemler buldum kendime yıllar içerisinde. Birincisi her sabah uyanır uyanmaz sabah sayfalarımı yazmak. Bunu 2015’ten beri yapıyorum, tabii ki ara verdiğim oldu ama her seferinde tıpış tıpış geri döndüm -mecburen. İkincisi her gün gözlerimi 1 dakika da olsa kapatıp, saçma sapan kelimeleri art arda getirerek minik doğaçlamalar yapmak. Üçüncüsü meditasyon.
Bu bilinmez, inanılmaz sancılı ya da su gibi kolaylıkla akıp gelen, baskıyla ya da kontrolsüzce açığa çıkan enerji üzerine kimler kimler düşünmemiş ki.
Elizabeth Gilbert’ın çok sevdiğim bir TED konuşması var: “Deha Üzerine”.
Antik Yunan ve Roma’da yaratıcılığın insanın kendisinden kaynaklandığına inanmazlarmış. Yaratıcılığın insan dışı, insana refakat eden, nereden ve ne zaman geldiği meçhul kutsal bir ruh olduğu düşünülürmüş. Sanatçıların çalıştığı yerlerin duvarlarına saklanan, ihtiyaç halinde yardım eden bir el. Bu kutsal ruha “deha” denirmiş. Bir ilham perisinin varlığı sanatçının üzerindeki performans baskısını da hafifletirmiş, çünkü sanatçı yaratıcılığının sadece kendisiyle ilgili olduğunu düşünmez, üretimine özgürce odaklabilirmiş. Rönesansla birlikte bireyi her şeyin merkezine koyan düşünce yapısı, yaratıcılığın insanın kendisinden geldiği düşüncesini ön plana çıkarmış. Eskiden ilham perisine “deha” denirken, bu kez yaratıcılığın kaynağı olduğu düşünülen insana “dahi” denmeye başlanmış. Gilbert bu baskının, yani tüm kaynağın kendinden olduğu düşüncesinin insanın kırılgan ruhu için büyük bir yük olduğundan ve insanın kendisinden karşılaması neredeyse imkansız beklentilere girmesine yol açtığından bahsediyor. Sanatçılarda sıklıkla psikolojik rahatsızlıkların görülmesinin sebebini de buna bağlıyor. Çözüm olarak, eski görüşe tutunmanın mantıklı olabileceğini, insan merkezli bir düşünce yapısı yerine yaratıcılığın akıldışı kaynakları olduğu inancının işimizi kolaylaştırabileceğini söylüyor. “Bu kaynakla aklımızı kaçırmadan, ruh sağlığımızı bozmadan ilişiki kurmanın yolunu nasıl bulabiliriz?” diye soruyor. Adrianne’nın nehri gibi, insan dışı bir kaynağa bağlanma fikri, omzumuzdaki bu yükü şüphesiz hafiflecektir. Gilbert, bunu en iyi başaran çağdaş sanatçı olarak müzisyen Tom Waits’i örnek gösteriyor ve onunla ilgili harika bir hikaye anlatıyor. Aşağıya videoyu bırakıyorum, umarım keyifle izlersin.
Tüm bu yazdıklarımı Yeni Bir Hayat üzerinden düşünüyorum şimdi. Bu şarkıyı nasıl yazmışım? Yeni Bir Hayat’ın nakaratı çalışma masamda öylece otururken, bilinçsizce nehre bağlandığım bir anda bana gelivermiş. Fazla spiritüel tınlıyor belki ama, gerçek bu. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü ise yardımcı bir el olarak görmek mümkün. Ya da onu o günlerde okumaya karar veren, bölüm isimlerinden ilham alarak onları bir sabah bilinçsizce mırıldanmaya başlayan ve bilinçli olarak şarkıya yerleştiren kendime kredi vermek de mümkün. Her halükarda içimizdeki ve dışımızdaki güçleri birleştirdiğimiz büyülü bir süreç şu yaratma eylemi.
Hayatta upuzun ve sert duvarlara tosladığımı hissettiğimde bu yollardan çoktan geçmiş ve benden çok daha fazla tecrübeye sahip kahramanlarımı dinlemek / izlemek / okumak her zaman çok iyi gelmiş, bambaşka bakış açıları kazandırmıştır bana. Bu mektupta kişisel kahramanlarımdan bolca bahsetmiş oldum. Zaman zaman bilinçakışıyla ilerlediğim, karmakarışık ama yaratıcılığın kaynaklarına dalmaya çalıştığım bir mektup oldu. Nehrin herkes için ve her daim orada olduğunu hatırlatmak istedim. Ona temas edecek cesareti içinde şimdi hissedemiyorsan bile kendi yöntemlerini bulabilmen konusunda yüreklendirebilmişimdir umarım. Ve umarım görüşmeyeli çok iyisindir!
23 Eylül Pazartesi, takvim yaprağını kopararak mektubu bitiriyorum. SAE’den bir alıntı:
“Hayri Erdal: Bu muvaffakiyet meselesi beni epey şaşırttı. Daha bir şey yapmış değildik.
Halit Ayarcı: Yanılıyorsunuz Hayri Bey. Başlamak başarmaktır.”
Bir mektup ne zaman biter? Muhtemelen hiçbir zaman. Umarım ilginç yerlerde durmuştur. Nehirleri bulmaya, kuyuları doldurmaya.
Sevgilerimle,
Simge
The Smiths - There is a light that never goes out...