Mektup #16 • Mayıs Mektubu
Seçim sonrası hayat, Eskişehir - Ankara seyahati, turuncu kalanchoe'nin dönüşümü ve Yeni Bir Hayat.
“Umut, kalbi kırık iyimserliktir.” diyor Nick Cave, “İnanç, Umut ve Kıyım”da. Son iki aydır yavaş yavaş, sindire sindire okuyorum bu kitabı. Mektup #16 bir kutlama mektubu olabilirdi, olmadığı için ne kadar üzgün olduğumu anlatmama imkan yok. Seçimin iki turu arasında kendimi bir mücadeleye dahil hissettiğim, bol aksiyonlu günler geçti. Seçim bittiğindeyse tam anlamıyla tükenmiştim. Bu mektupta hatırlayabildiğim kadarıyla Mayıs’ı, Eskişehir ve Ankara seyahatimizi, hayatımın en zorlu hayal kırıklıklarından birini ve bu bataktan nasıl çıkmaya çalıştığımı anlatacağım.
Bazı zamanlar hayat devam etmeyecekmiş, her şey bitmiş gibi geliyor. Sevdiklerini kaybedebiliyorsun, hastalıklar, depremler yaşanabiliyor, yaşadığın ülkenin günden güne çöküşüne tanık olabiliyorsun. Bir şeyleri değiştirebilme gücünden şüpheye düştüğün, çaresiz hissettiğin ve ışığın söndüğü günler sıralanıyor bir bir. Sonra bir şey oluyor. Tüm o iç sıkıntını, akıl karışıklığını bir anlığına da olsa unutturan, seni hayata döndüren bir şey, ve görüyorsun: hayat devam ediyor, etmesi gerektiği gibi.
Nasıl ya, nasıl devam ediyor diye kendini yiyip bitirsen de fayda etmiyor. Çıldırmış gibi sormaya başlıyorsun: Ulan hala mı, hala mı devam ediyor? Evet, hayat devam ediyor. Hayat devam ediyor, sen öylece dursan bile altından kayıyor ve seni de yürüyen yolunda sürükleyerek bir yere götürüyor. Önünü pek de göremiyorsun belki ama etrafı izleyebilir, sana sunduklarına şöyle bir göz atabilir, bazen yürüyen yolun üzerinde kendi adımlarınla adeta uçarcasına ilerleyebilirsin. Şöyle biraz kıpırdasan, hayatın seni alıp götürüşüne, ritmine bıraksan kendini, zamanın akıp gidişini, dünyanın dönüşünü unutuverip sadece orada olsan. Bir saniye bile aynı yerde olmadığını hatırlayarak, gözünü dört açarak ama ne korkudan ne telaştan sadece fark etmek için. Hiçbir şeyin aynı kalamayacağını, her şeyin öyle ya da böyle değişeceğini hatırlayınca rahatlıyorsun: evet, hayat devam ediyor, iyi ki ediyor, ve bu da geçecek. Tavanı izlerken birden doğruluyorsun yatağından, kalbi kırık da olsa bir iyimserlik doğuyor içinde, kendin için bir şeyler yapmayı hatırlıyorsun yeniden. Güzel.
Mektup #16’nın playlisti’ni buraya bırakıyorum.
Mayıs’ın ışıltılı günleri vardı; biri de şuydu: Seçimden önceki hafta, bir gece evvelinde CSO’da şahane bir konser izlemişiz ve İstanbul’a dönüş yolundayız, Efe, Mertcan, Arda ve Ceren mor ve ötesi’nden Sirenler albümünü dinlerken bir kabusu yeneceğimize çok inanıyoruz. Sakarya dolaylarındayken, arkadaşımın aile köftecisine -Meşhur Köfteci Mustafa-, yolu birazcık uzatarak giriyoruz. Aşırı acıkmışız ve hızla köftelerimizi yiyoruz. Sütlaçına ayrı bayılıyoruz ve birer tane daha sipariş ederek paket yaptırıp yanımıza alıyoruz. Coşkuluyuz, değişimi ve olabilecekleri düşünüp heyecanlanıyoruz. Mayıs’ta en çok bu an zihnime kazınıyor, gelecekte Sirenler’i dinlerken hep o günü hatırlayacağım ve muhtemelen uzun bir süre de dinleyemeyeceğim.
Seçimin ilk turundan birkaç gün önce Deniz Tekin’in Eskişehir konseri vardı, ben de onların peşine takıldım çünkü iki gün sonrası için Ankara’da Julian Lage konserine bilet almıştık. Deniz’in şahane geçen konserinde beraber Yeni Bir Hayat söyledik. Tuhaf 2023’ün daha da tuhaf Mayıs ayında YBH benim için uzun yıllar sonra ilk kez yeniden anlam kazandı. Bu şarkıyı bundan tam 7 yıl önce bir mayıs ayında Sofar’da söylemiştim. Ve bir sene öncesinde, 2015’te yazmıştım. Hatırlarsın, o günler de epey zorluydu. Her yerde bombalar patlıyor, insanlar ölüyordu; sokaklarda korkuyla geziyorduk. YBH paylaştığım ilk şarkımdı ve sahnede söylemeyi en çok sevdiğim şarkı hala. Çünkü bu şarkıyı mutlaka hep beraber söylüyoruz, yıllardır. Pek çok insanın yeni ve hak ettiği gibi bir hayatı bağıra çağıra istediklerini, bazılarının öfkeyle, bazılarının gözleri dolarak ve dua edercesine güzel şeylerin olmasını dilediklerini görüyorum. Her konser hep beraber yeni bir hayatı çağırdığımız bir ayin gibi. Yeni bir hayat derken, içimden -ve güzel ve heyecan verici ve sağlıklı ve neşeli bir hayat- diye devam ettiriyorum hepimiz için. Bazen mektup arkadaşlarımdan buldukları yeni hayata dair mektuplar alıyorum. Hayaller gerçekleşiyor, görüyorum, biliyorum.
Hayatımda ilk defa Eskişehir’i gördüm, övüldüğü kadar varmış hakikaten. Çay kenarı gezintisine çıktık, şehirdeki kısıtlı zamanımızda görülmesi gereken pek çok yere uğramaya çalıştık. Eskişehir Arkeoloji Müzesi’ne girdik, OMM’da “Yas ve Haz” isimli bir sergi gezdik. Bir güne gayet keyifli bir Eskişehir turu sığdırdık ne mutlu ki. Ardından Abra’da şahane bir yemek yedik, lezzetli birer kokteyl yudumladık ve Ankara’ya gitmek üzere trene koştuk.




Üç defa konser vesilesiyle, bir iki defa da başka sebeplerden Ankara’ya yolum düşse de, Ankara’yı ilk defa “gerçekten” bu ay ziyaret ettim diyebilirim. Yani ilk defa Kuğulu Park’a gittim, Kıtır’da bira - kokoreç yaptım, Paper’da kahvemi yudumladım. Tunalı’da dolanırken kendimi 90’lar 2000’lerin başlarında, Kadıköy’de dolaşıyor gibi hissettim. Binalar eski ve zevkliydi, caddeler genişti, mağazalar “eskisi gibiydi.” Çocukluğumdan anımsadığım İstanbul’umuz gibi. Eh, Vega’dan Ankara’yı açtım hemen ve bol bol Ezhel de dinledik tabii. Bilmiyorum, iyi geldi Ankara’da olmak bana. Julian Lage konseri büyüleyiciydi. Dönüş yolundan yukarıda bahsettim, Ankara’dan İstanbul’a ilk turdan önceki cuma akşamı döndük. Bir gün sonra müşahit kartlarını teslim aldık, görevli olduğumuz okullara gidip adresten emin olduk ve o gece Succession eşliğinde uykuya daldık. Sabah 5 gibi uyandık, geceden hazırladığımız sandviçlerimiz, seçim günü ihtiyaçlarıyla dolu koca bir çanta ile saat 6 gibi yola koyulduk. Güneşliydi hava, sanki bahar gelmişti. Hepsi birbirinden tatlı müşahitlerle buluştuk, hazırlandık. Gün koşuşturarak geçti. Bir ara Efe’yle oy kullanmak için İTÜ Maçka’ya gidip geldik. Neşeliydik, umutluyduk, kararlıydık, sinir bozucu olaylar yaşansa da müdahale etmek için oradaydık. Twitter’a hiç bakmıyordum, hiçbir yerden haber almıyordum. Çoğu sandık erkenden yola çıkmasına rağmen kalan son sandığı teslim etmemiz geceyi buldu. Eve yavaş yavaş yürüdüm. Çok yorgundum ama uyuyamıyordum da. Seçim ikinci tura kalmıştı. Sonunda bölük pörçük bir uykuya daldım, sabahın köründe uyandım. Salondaki koltuğa yapışıp kalmak ve evde öylece durmak iyi gelmeyecekti, Efe’yle dışarı attık kendimizi. 15 Mayıs sabahı Beşiktaş’ta bizimle birlikte herkes hayalet gibiydi. Yürümüyorduk da yerde sürünerek ilerliyorduk sanki. Yüzlerimiz bembeyazdı, sokaklara sessizlik hakimdi. Just’a gittik, açılmak için birer kahve içtik. Bir gün önce çok yalnız bırakılmıştık, çok kalabalıklardı, çok eksiğimiz vardı. Kafam düşüncelerle doluydu, böyle zamanlarda en iyisi biraz hava almak ve yürümekti. Eve en yakın ve büyük park olan tarihi Yıldız Parkı’na gittik. Yıldız Parkı inanılmaz bir yer, İstanbul’da değeri en az bilinen park olabilir. Yokuş olduğu ve girişi biraz iç tarafta kaldığı için pek bilinmiyor ve gidilmiyor sanırım, yani en azından benim çevremde Yıldız’ı ziyaret eden öyle pek arkadaşım yok. Oysaki her zaman vakit geçirdiğimiz çoğu parktan geniş ve tertemiz; üstelik tarihi ve Beşiktaş’ta. Üst kapıdan, yani Balmumcu tarafından girince aşağı doğru süzülmek çok keyifli. Yürüdük yürüdük yürüdük. Bir ara bir bankta, başımı montuma yasladım ve göğü izledim. Aklıma lise günlerim geldi. Yıldız Parkı’nın hemen dibinde, Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi’nde okudum. Okuldan kaçıp Yıldız Parkı’na gittiğimiz bir günü anımsadım. Gözlerimi kapadım, derin nefesler aldım. Koşullar değişiyor, dertler değişiyor, insanın içinde bir şey hep aynı kalıyor.


28 Mayıs akşamı gerçek bir kalp kırıklığına dönüştüğünde, kendimi koltuktan kazımakta epey güçlük çektiğimi hatırlıyorum. Zaten 14-28 Mayıs arasını pek hatırlamıyorum, beynim sisli, kafam karmakarışıktı. O sabah Twitter’ı telefonumdan kaldırmaya, gündemden bir süre uzak durmaya karar verdim. Hemen iyi hissedemeyecektim, iyileşmek zaman alacaktı belki ama bunun için uğraşmak zorundaydım. Ülkenin kaderiyle kendi kaderimi haddinden fazla bir tutuyordum belli ki. Gözüm masamın üzerinde duran çiçeğe takıldı. Deniz’in aylar önce hediye olarak getirdiği, çiçekleri turuncu turuncu parlayan, aşırı neşeli bir kalanchoe’ydi. Bitkilerin ölmesine dayanamadığı için eve almayan annemin ve her ortamda bitkilerini coşkuyla yaşatan anneannemin ortasında bir yerde konumlanmayı başardım yıllar içerisinde. Bitkiler ölmüyor ama tam da neşeyle yaşamıyorlar gibi.
Aylarca kötü hava şartlarına ve pek de ilgilenememe rağmen sağlıkla ışıldayan bitkinin turuncu çiçekleri ve etli yaprakları, bir anda kurudukça kurudu. Çalışma masamın baktığı pencerenin önüne koymuştum. Yerini beğenmediğini düşünerek salona taşıdım ama ne yapsam iyileştiremedim. Öldüğünden emindim ve neredeyse atacaktım ki, onda da aynı bitkiden olduğunu hatırlayarak Deniz’e danıştım. Çiçeği acilen budamam gerektiğini söyledi. Öyle bir haldeydi ki, budamak demek tüm çiçeklerini bir bir kesmem demekti. Yanlış yaparım korkusuyla budamaya da kıyamadım. Bir süre öyle kaldı. Kurumuş turuncu çiçeklerin arasından yeni tomurcuklar çıktığını görebiliyordum, ama öyle azlardı ki. Birkaç hafta sonra Deniz uğradı ve kendi bitkisinin de bu şekilde kuruduğunu, eğer budarsam yeni çiçeklerin hızlıca çıkacağını, yenilerine alan açmam gerektiğini söyledi. Onun yanında, tüm kurumuş çiçekleri (yani hepsini) ve yaprakları kestim korka korka. Birkaç tomurcuk ve yaprak dışında çırılçıplak kaldı bitki. Çok geçmeden o güzelim tomurcuklardan sapsarı çiçekler açtı, bambaşka bir renkte yepyeni bir bitki açığa çıktı; yeni bir ruh yüklendi sanki bitkiye. Belki çok klişe ama, yeni ve sapsarı çiçekleriyle bu bitki, yaşam - ölüm - yaşam döngüsüyle birlikte, yeni hayatların ve ihtimallerin ancak bırakmamız gerekenleri kesip attığımızda yeşerebileceğini hatırlatıyor bana şimdi her gün. Yeni bir hayat sadece ve sadece bu şekilde mümkün.


İşte böyle bir Mayıs idi. Epey geç gönderiyorum bu mektubu. Yazması pek kolay olmadı ama normal sanırım. Günden güne daha iyi hissediyorum, toparlıyorum kendimi. Birkaç kurumuş çiçeği kestim, hala pek bir alan açamadım yenilerine ama o da olur elbet bir gün.
Son olarak:
7 ayın ardından İstanbul’da konserim olacak, nihayet!! 12 Temmuz’da Asmalımescit’te, Blind’da konserimiz var! Eski Babylon’un yerinde. Mayıs’ın son günü, bir gün sonra IF Ankara konserime gelecek mektup arkadaşlarıma mektup hazırlayarak geçmişti şu şekilde:



Konser sonrası mektupları dağıtmak için kulisin önünde beklemeye başladım ve gördüklerime inanamadım. Bir sürü mektup arkadaşım gelmişti ve hepsiyle tanışma, sohbet etme fırsatım oldu. Şahane mektuplar, çizimler ve hediyeler aldım, kendimi çok çok şanslı hissettim. Hiç unutamayacağım bir gece olarak hafızama kazındı. Ertesi gün mektupları okudum, bu son derece içten, kişisel ve duygu dolu mektupları ömrüm boyunca saklayacağım.
VE! İstanbul konserimizde de aynısını yapmaya karar verdim. Eğer konsere gelmeyi düşünürsen isim-soyisim ve konser biletini Instagram’dan mesaj olarak ya da info@simgepinar.com’a mail olarak iletebilirsin. İstanbul konserimize özel mektup alabilir, kendi mektubunu da elden iletebilirsin. Ah, heyecanla bekleyeceğim!!
Bir sonraki mektupta görüşmek dileğiyle.
Nasılsın?
Kendine çok iyi bak sevgili mektup arkadaşım. Umarım her şey yolundadır.
Simge